Sunday, January 21, 2007

Ülkemizde Hain Yok

Hrant Dink’i tanıyordum. Bazı toplantılarda birlikte bulunduk. Ayak üstü kısaca konuşurduk. Birbirimizi çok iyi anlardık. Her ikimiz de Lozan artığı azınlıklardandık ve kendimizi ille de ‘yurttaş’ olarak görmek istiyorduk. Tabi bunu sağlamak için ne adımızı değiştirmemizin ne de Müslüman olmamızın şart olamadığını da biliyorduk. İnsan bir ülkenin yurttaşı olması için neden ille de anadilini ve dedesinin adını reddetmeliydi ki! Anayasal hakkıydı Hrant’ın seçimi. Ama bunları konuşmazdık, bunlar konuşulmadan anlaştığımız konulardı. Konuştuklarımız bizi anlayamayan ve bizi hiç sevmeyenlerdi. Bizi bir türlü eşit yurttaş olarak kabul edemeyen toplumun bir kesimi. Şimdi onunla daha yakın bir dostluk kurmamış olduğuma üzülüyorum. İlerde, başka bir gün, daha uygun bir fırsatta, o denli koşturmadığım bir an, belki bu denli yorgun olduğum ve uykuya ihtiyaç duymadığım bir saatte onunla uzun uzun sohbet etmeyi hep düşündüm. Şimdi artık bu olmayacak. Pişmanım. Onun için ancak ağlayabildim.

Onu kimin öldürdüğü bence önemli değil. Tetiği çeken insan belki akıl dengesi yerinde değildir, belki hastalık derecesinde fanatik bir insandır, belki bir maşadır, belki kendince bir haini vatan adına öldüren sıradan bir insan. Ne fark eder? Önemli olan Türkiye’nin büyük bir kesiminin Hrant Dink’i Türkiye için bir tehlike olarak görmüş olmasıdır. Öldürülmesi bunun sonucudur. Zaten ölümünden önce aylarca ona suçlu ve hain muamelesi yapılıyordu. Sıkıştırılmıştı, süründürülüyordu, tehdit ediliyordu. Bu konuma getirilen bir kimsenin öldürülmesi o kadar da şaşırtıcı sayılmamalı. Çünkü milyonlarca insan arasında bir ‘haini’ öldürmeye kalkışacak birinin çıkması tuhaf değildir.

Hrant’ın son yazılarından anlaşılan, büyük sıkıntısının yalnız tehdit edilen kendi hayatının olmadığı, ailesinin sorumluluğunu da taşıdığıydı. Mahkemeler de onu mahkum edince ülkede yaşam sınırları çok daralmıştı. Bir insanın ‘hain’ olarak yaşaması hiç ama hiç hoş bir duygu değil. Ona destek olan arkadaşları ve yakınları olsa bile hiç kolay değil. Ölümden önce yaşadığı böylesine tatsız durum başka türlü bir sonu getirmişti: yurttaşlığı son buluyordu. ‘Beni nasıl görüyorlar?’ sorusu onu düşündürüyordu. Politikacıların, adalet dünyasının, basının bir kesimi onu hain olarak, Türk ve Türklük düşmanı olarak görüyordu. Artık parçası olmak istediği ‘yurttaşlık’ yara alıyordu, kanıyordu.

Türkiye’de siyasi ve ideolojik cinayetlerinin yüzdesi çok yüksek. Ama ‘hain’ suçlaması da aynı biçimde çok yüksek ve bu ikisi bir bütün oluşturuyor. Beğenilmeyen düşünceler ve eylemler kolaylıkla ulusal, siyasal yada dinsel hakaret yada ihanet olarak yorumlanıyor. Kimileri bu tahammülsüzlüğe demokrasi eksikliği, kimileri farklılığa katlanamama, kimileri bağnazlık diyebilir. Ne diyeceğimiz de önemli değil, önemli olan bu paranoyadan kurtulmaktır. Artık ne zaman ‘ülkemizde hain yoktur, olsa olsa farklı düşünen ve davranan yurttaşlarımız vardır, en kötü durumda bir gidişi eleştiren insanlar vardır’ diyebileceğiz? Hain yok, hakaret yok, küfür yok, tehdit yok, yalnız farklılığa tahammülsüz insanlar var. Bu anlayış bir toplumsal güven olarak içimize yerleşmeden cinayeti mahkum etmenin etkisi sınırlıdır. Mahkum edilmesi gereken cinayetleri besleyen güvensizliğimiz, paranoyamızdır.

Şimdi Hrant’ın öldürülmesiyle Türkiye’nin de yara aldığı söyleniyor. Bu söylem ayrıca can sıkıcı. Bir masumun öldürülmesi ikinci plana atılıyor, ülke zarar gördü diyoruz. Ülke yara almasa olay daha az üzücü, farklı bir anlamı olacakmışçasına. Oysa sorun bir vatandaşın – Ermeni olması fark etmiyor, değil mi? – siyasi, ideolojik ve hatta ırkçı bir cinayete kurban gitmesidir. Bu cinayetten önce aylarca süren bir maceranın yaşatılmış olmasıdır. Yani kısacası, ülkenin yönetimi, eğitimi, algılaması, ruh hali ile ilgili bir sorun yaşanıyor olmasıdır. Bu bir iç sorundur. Olayın bu önemli yanı varken başka ülkelerin Türkiye konusunda ne diyeceklerinin, ne yapmaya yelteneceklerinin konuşulması, sorunun hala anlaşılmamış olmasının bir belirtisi gibi. Sorun bütün vatandaşların sorunudur, uluslararası boyutu ikincildir. Ve bu iç sorun kalıcı ve günlük bir sorundur. Bir vatandaşın – bir bireyin - somut öldürülmesi olayının yerine bir soyutlama olan milli çıkarın konuşulması, bu tür ilgi alanının ‘kaymasının’ ne denli yanıltıcı olduğunu hala göremedik. Olayın uluslar arası boyutu tabi ki var, ama bireyin silinmesi ve ‘genelin’ öne çıkması bütün sakatlıkların ilk adımı: genelin önünde bireyin ölümü de ve öldürülmesi de önemini yitiriyor. Bu anlayış kimilerin gözünde cinayetleri ve yasa ihlallerini meşrulaştırıyor.

Cinayet sorunun saklanamaz bir boyut edinmiş olduğunu öne çıkarıyor. Şimdi susanlar yada timsah gözyaşları dökenlerin bir kesimi Hrant’a saldırılırken, mahkemelerde süründürülürken ne ondan yanaydılar ne de cadı avına ara vermişlerdi. Tarafsız bile değillerdi. Aslında Türkiye, bütün bu suçlama süresinde ve mahkeme dışındaki o saldırı sahnelerinde yara alıyordu. Kısacası bu olayın uluslararası boyutu yanlış değil ama yanıltıcıdır.

Ermeni, Rum ve Yahudi kelimelerinin hakaret olarak kullanıldığı bir ülkede, azınlıkların ‘yabancı’ sayıldığı ve hukuk alanında da öyle muamele gördüğü bir ülkede ‘hainleri’ öldürecek insanlar da çıkacaktır. Bu tür cinayetlerden sonra bir süre söylenen ‘güzel ve doğru’ laflar pek etkili de olmayacaktır. Ağıtların uygulamalara etkisi olmayacaksa hiçbir şey de değişmeyecektir. Farklı olan yada farklı düşünen yine ‘hain’ sayılacak, çeşitli, ama her zaman zorbalık ve hukuk ihlalleri içeren yollarla susturulacaklardır. Bu cinayet münferit bir olay da sayılabilir, ama böyle bir sona varan ‘yol’ hiç de münferit değildir, bir ana cadde gibi kalabalık, önemli ve kararlaştırıcıdır.

Eğitim sistemimizde - ve eğitim derken gazetesi, sanatı, romanı, filmi, okulu, politikacısı ve bütün toplum hayatı ile geniş anlamda kullanıyorum – köklü değişiklikler olmadıkça her yanda hainler görme ve dolayısıyla zorbalık süregelecektir. Hrant’ın ölümüyle bu alanda temel bir değişikliğin olmayacağına da ayrıca üzülüyorum. Şimdiden ondan esirgenen, yaşam dahil temel hakları değil ölümüyle neden olduğu genel zarar konuşuluyor. Cinayet ‘Sebat’ apartmanının önünde işlendi. İroni gerçekten. Sebat etme boşunadır ihtarı gibi bir şey.



Herkül Millas’ın 23/01/2007 tarihli Zaman Gazetesi için yazdığı 110 No.lu yazısıdır

Friday, January 19, 2007

Ruh halimin güvercin tedirginliği

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke...
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564


Niçin hedef seçildim?

Başlarken bir not:
Hiç işlemediğim “Türklüğü aşağılamak” suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM’in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM’e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten herşeyi paylaşmak galiba en iyisi...


Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil... Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye 6 aya mahkum oldu?”

Hafif atlatılanlar...
Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil. Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, “Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?” diye az takla atılmadı. Kimine göre Adalet Bakanlığı’nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı. Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk’a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulundu. Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk’un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu. Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu. Benzer “Hafif atlatmaları” Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.

Cevaplanamayan...
Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım. Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet’e bir tür obsiyon verdi ve 301’in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği’nin baskısı karşısında, “Sonuçları güzel” bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet’in 301’e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink’in mahkumiyet almış olması oldu. Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi. Sahi, “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?”

Ermeni olmamın rolü
Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim. Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım. Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum. Alay komutanımın odasına çağırıp, “Üzülme, bir sorunun olursa gel bana” deyişi hâlâ belleğimde bir yara. 301’den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz. Dolayısıyla “Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi”, hele hele de “Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi” arayışında asla olamam. Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim: “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”

Bildiklerim ve sezdiklerim
Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet. Özeti de şu: Birileri karar verdi ve “Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı... Ona haddini bildirmek gerek” diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir. Ne var ki benim ruhsal algılamam bu... Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor. İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.

Haddimin bildirilmesi
Öncelikle Hrant Dink’in “Çok olmasına” biraz açıklık getireyim. Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu. 1996 yılıyla birlikte, AGOS’u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan “Sabiha Gökçen” haberi oldu. Dink imzasıyla ve “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlığıyla verilen haberde Gökçen’in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı. 15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama oldu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koyuyordu. Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı. Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink? Ona haddi bildirilmeliydi!

Resmi sohbete davet
Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı. Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi. O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı. Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum. İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi. “Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?” sorduğumda ise “Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek” şeklinde yanıtladı. Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum. “Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını” telkin ettiler.

Dikkatli olmalıydım

Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı’nın yanına gittim. Hayli nazikti Vali Yardımcısı. İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe “Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?” sordu. “Bir mahzur görmediğimi” söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım. Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı. “Hrant bey” diyordu “Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği’nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa’da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?” Vali Yardımcısı’nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı. Vali Yardımcısı’nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi. Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu: “Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz” diyerek de beni kerelerce uyarıyordu. Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim. Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi. İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum. Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu! Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim. Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim... Dikkatli olmalıydım... Yoksa iyi olmazdı!

Artık hedefteydim
Hakikaten de sonrası iyi olmadı. Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz’in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS’un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu. Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı. Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS’un önündeydi. Grubun kullandığı sloganlar çok netti: “Ya sev ya terk et”, “Kahrolsun ASALA”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” Grubun lideri Levent Temiz’in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.” Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi. Belli ki Ülkücü grubu AGOS’un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle- almayı başarmıştı.

Tehlikenin eşiğinde
AGOS’un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” olarak adlandıran grup tarafından yapıldı. Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye’nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu. Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri... Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.

Hrant Dink (12 Ocak 2007) AGOS Sayı: 563

Ermeni kimliği üzerine (8): Ermenistanla tanışmak

Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeninin Ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur.

Yeter ki bu mevcudiyetin farkında olunsun.

Bu farkındalığın asıl sorumlusu ise Diasporaya yayılmış Ermenilerden ziyade Ermenistan yönetimleridir. Ermenistan hükümetlerinin sorumluluklarının bilincinde olmaları ve gereğini yerine getirmeleri aslolandır.

***

Ne var ki 12 yıllık bağımsızlık döneminde Diaspora ile Ermenistan ilişkilerine bakıldığında, Ermenistan hükümetlerinin henüz bu sorumluluğun bilincine yeterince varmadıkları görülür. Birkaç gösterişli Pan Armenian Buluşması dışında işlevsel bir Diaspora-Ermenistan buluşması mekanizması dahi kurulamamıştır.

Ermenistanın Diaspora ile ilişkileri bazen Diasporanın bazen de Ermenistanın inisiyatifinde ağır aksak yürütülmüş, kalıcı ve daha ziyade Ermenistan merkezli bir kurumlaşmaya gidilememiştir.

***

Oysa Ermenistanın çoktan özel ve çok güçlü bir Diaspora Bakanlığı kurmuş olması gerekirdi. Bu bakanlık sayesinde de dünyanın en ücra köşelerine dahi dağılmış ve dağılacak tek Ermeni bireyinin dahi nasıl kucaklanabileceği temel bir kaygıya dönüştürülebilir, sonrasında bu kaygı doğrultusunda hareket edilir ve buna göre projeler geliştirilebilirdi.

Bunun yapılmamış olması hâlâ büyük bir eksik olarak gözüküyor. Bu kaygısızlığıyla Ermenistan kendisinin ne denli bir ana kök olduğunun farkında değil ki Diasporadakilere de bunu hissetirebilsin.

Bu da gösteriyor ki Ermenistan elbette layık ama Ermenistan yönetimleri henüz Diasporalıya layık değil.

***

Ermenistanın Diasporalı bireyle kuracağı birebir ilişkinin Diaspora Ermenisinin kimliğinde ve kimliğin yeni cümlelerinin kuruluşunda oynayacağı rol çok büyüktür ve tartışmasızdır.

Bugün Diasporada açık tutulan Ermeni okullarının, dil kurslarının, sosyal ya da kültürel kurumların ya da diğer tüm kollektif faaliyetlerin yegane amacı Ermeni kimliğini yeni kuşaklara taşımak, korumak ve mümkünse geliştirmektir. Bu amaç için milyonlarca dolar harcanır. Sonuçta elde edilen, bilinen ama konuşul(a)mayan bir dil ile arada bir kilisesine giden ama o kadarla yetinen bir kimliktir.

Oysa diğer taraftan öyle bir gerçek vardır ki bunun gereğini yerine getirmek artık kaçınılmazdır.

O da Ermenistanla Diasporalının kuracağı moral diyaloğun bizatihi kendisinin en doğal okul olduğudur.

***

Diasporalı gencin bu okullarda okumamış, bu kiliselere gitmemiş olsa da bir kez Ermenistan denilen doğal okulla tanışması kimliği için çok şey ifade eder.

Diaspora gencine on yıllar içinde eğitimle ve kiliseyle verilen Ermeni kimliğiyle, o gencin Ermenistanı bir kez ziyaret ederek edineceği kimlik arasında ikincisinin lehine ağır basan bir köklülük söz konusudur.

Bu dediğimizin ne denli doğru olup olmadığını denemek o denli pahalı bir şey değildir. Bir kenara ayırılacak üç beş kuruşla bir gencin yıllık tatilinin 15 gününü Ermenistan sokaklarında geçirmesi pekala sağlanabilir.

***

Ermenistanı ziyaret eden ve öncesinde Ermeni kimliğinden bir hayli de uzak gözüken gencin, 15-20 günlük bu sürede edinmiş olduğu kimliğin nasıl damardan absorbe edildiği görülecektir.

Artık o dakikadan itibaren gencin bu kimliğini dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun unutması bir daha olanaksızdır.

Gayrı o kimlik ona damardan şırıngalanmıştır...

Dolayısıyla gençler için Ermenistana özel seyahat turlarının düzenlenmesi birincil derecede kimlik kazandırıcı faaliyettir. Bu çalışmalar ne pahasına olursa olsun her yerde yıllık programların başına alınmalıdır.

***

Ermeni kimliğin doğrudan Ermenistandan edinilecek cümleleri, kelimelerle anlatılamayacak denli zengin kazanımlardır.

Bu durum, saksıda yetiştirilmeye çalışılan narin bir bitkinin kendi toprağı, kendi suyu ve kendi güneşiyle tanışmasına da benzetilebilir.

Denemesi bedavadır... Herkese önerilir.


13.02.2003

Ermeni kimliği üzerine (7): Türkten kurtulmak

Ermeni kimliğinin Türkten azad olmasının görünür iki yolu var. Bunlardan biri, Türkiyenin (devlet ve toplum olarak) Ermeni ulusuna karşı empatik bir tutum içine girmesi ve nihayetinde Ermeni ulusunun acısını paylaştığını belli edecek bir anlayış sergilemesidir.

Bu tutum hemen olmasa da, zaman içinde Türk unsurunun Ermeni kimliğinden uzaklaşmasına yol açabilir.

Ne var ki bu şıkkın gerçekleşmesi şimdilik zor bir olasılık.

İkinci yol ise bizzat Ermeninin Türkün etkisini kendi kimliğinden atması.

İlkine göre bu ikincisi, daha bir kendi iradesi ve inisiyatifine bağlı olduğundan, gerçekleşme ihtimali daha fazla.

Esas olarak tercih edilmesi gereken yol da budur.

***

Ermeni dünyasının bunu nasıl başarabileceği ise tamamiyle mevcut duruma yeni bir anlayışla bakabilmesiyle ilişkilidir.

1915e bakmak örneğin...

Ermeni dünyası yaşadığı tarihi dramın gerçekliğinin farkındadır ve bu gerçeklik bugün dünya ülkelerinin ya da Türkiyenin kabul edip etmemesiyle değişecek değildir. Onlar kabul etmese de Ermeni ulusunun vicdanında olan bitenin adı başından beri kazınmıştır. Dolayısıyla Dünyadan ne de Türkiyeden bu gerçekliğin tanınmasını beklemek Ermeni dünyasının yegâne hedefi olamaz.

Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla başbaşa bırakma zamanı gelip de geçmiştir.

***

Bu gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan -İnsan kimliğimizden- alır.

Dolayısıyla gerçeği kabul edenler, asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar.

Ermeni kimliğinin sağlığını Fransızın, Almanın, Amerikalının ve ille de Türkün soykırımı kabul edip etmemesine endeksli bir durumda bırakmak, Ermeni dünyasının artık terk etmesi gereken bir hatadır. Gayrı bu hatadan uzaklaşmanın ve Türkü Ermeni kimliğindeki bu etkin rolünden ötelemenin zamanı gelip de geçmiştir.

Ermeni kimliğinin çektiği bunca sancı artık yeterlidir, sancıyı bundan böyle biraz da insanlık denen aleme terketmek gerekir.

***

Kimliksel dinginliğini Türkün olumsuz ve kayıtsız varlığına kilitleyen Ermeni dünyasının, tüm ortak performansını dünya üzerinden Türke baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, ne yazık ki kimliğin uyanışını erteleyen koca bir zaman kaybından başka bir şey değildir.

Ermeni dünyası, kimliğinin geleceğine bundan böyle, öylesi kavramlar yüklemelidir ki bu kavramlar bu ulusun körelmiş üretim yeteneğini tekrar fişekleyebilecek iticilikte olsun.

İşte bu nedenle, Kendi acısını sırtlayacak ve gerekirse mahşere kadar da onuruyla kendisi taşıyacak bir anlayışı Ermeni kimliğine hakim kılmak en temel yönelim olmalıdır.

Aksi durumda Ermeni dünyası kendini başkalarının gerçeği kabul edip etmeme insafına zincirlemiş olur ki...

Bu da gerçek tutsaklığın ta kendisidir.

***

Ermeni dünyasının kendisini Türkten kurtardığında, kimliğinde bir boşluk yaşayacağını ve özellikle de Diaspora Ermenilerinin kimliksel çözünürlüğünün hız kazanacağını sananlar aldanırlar.

Ermeni kimliğinde Türkten geriye kalacak boşluğu dolduracak çok daha yaşamsal bir olgu sözkonusudur o da bizatihi bağımsız Ermenistan devletinin varlığıdır.

Bundan onbeş yıl önce var olmayan bu yeni heyecan, artık her türlü etkinin ve etkenin üstünde Ermeni kimliği üzerinde büyük bir rol oynamaya namzettir.

Ermeni dünyasının geleceğini, bu minik ülkenin gelecekteki refahına ve içinde yaşayanların mutluluğuna endekslemesi aynı zamanda kendi kimliğini rahatsız eden sancılardan kurtuluşunun da bir işareti olacaktır.

***

Ermeni kimliğinin Türkten kurtuluşunun yolu gayet basittir:

Türkle uğraşmamak...

Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır:

Gayrı Ermenistanla uğraşmak.


30.01.2004

Ermeni kimliği üzerine (6): Ermeninin Türkü

Küresel ve evrensel değerlerin yerel değerleri tahakküm altına aldığı çağımızda, kültürel kimliğini tam anlamıyla yaşamak bir yana, kimliğini bir nebze yaşatabilmek için dahi Diasporanın özel çaba göstermesi gerekir.

Bu özel çabanın ise her zaman için özel nedenlere ve araçlara ihtiyacı vardır.

Ermeniler ve Yahudiler bu özel nedenlere sahip Diasporanın bilinen iki klasik örnekleridir.

Her ikisinin de özel nedeni aynıdır... Soykırıma uğramış olmak.

Dolayısıyla onlara kimliklerini korumayla ilgili insanlığın tanıdığı hak bir miktar ayrımcı ve pozitiv durumda olmalıdır.

Hakikaten de, Yahudiler bu pozitiv hakkı layıkıyla kullanabilmiş ve kimliklerini korumada onlara bahşedilen toleransı çok iyi değerlendirerek, dini inanışlarından aldıkları Tanrının ayrıcalıklı halkı ünvanını dünyadan aldıkları Yeryüzünün ayrıcalıklı halkı noktasına kadar taşımışlardır.

Ne var ki aynı durum Ermeni halkı için sözkonusu olmamıştır.

***

Dünya Yahudi soykırımına karşı gösterdiği hassasiyeti Ermenilerden esirgemiş, bu ise Ermeni kimliğinde en büyük tahribatın yaşanmasına sebep olmuştur.

Hakkı esirgenmiş Ermeniler bundan böyle kimliğini Gerçekleri talep etme inadı üzerinden yaşamaya çabalamış, gelinen noktada da bu inat Diaspora Ermeni kimliğinin temel düsturu haline dönüşmüştür.

Diasporanın ilk kuşakları için ayakta kalabilmenin, tükenmemenin adı olan bu inat, üçüncü ve dördüncü kuşaklarla birlikte gerçekleri dünyaya kabul ettirme inadına dönüşmüştür.

İşte bu inadın ortaklaşmış hali Ermeni Diasporasının ruhsal pozisyonunu yansıtır.

Bu ruhu sürekli tutmak ise Ermeni kimliğini yaşatmanın temel aracı durumundadır.

***

Dünyanın gerçekleri hâlâ kabul etmemiş olması bir yana, Ermeni kimliğini asıl tahrip eden, Türklerin bu konuda kıllarını bile kıpırdatacak bir yaklaşım içinde olmamalarıdır.

Nitekim kıyaslandığında görülecektir ki, Yahudilerin bugünkü seviyeye erişmesinde asıl etken kendi becerilerinden ziyade, onlara soykırım uygulayan Alman halkının sonradan oynadığı şefkatli roldür.

Soykırım sorumluluğunu üstlenen Almanların Yahudilerden özür dilemesiyle birlikte bu halk yaşadığı travmayı üzerinden atarak ruh sağlığına kavuşmuş ve ancak bundan sonra kültürel kimliğinin açılımlarını sağlayabilmiştir.

Ne var ki Ermeni halkının travmatik hastalığı hâlâ sürmektedir ve kimliği asıl kemiren ve tüketen de bu sağlıksız ruh halidir.

***

Ermeni kimliğini analiz ederken İslam ve Türk olgularının bu kimlik üzerinde oynadığı rolün hakkını teslim etmek gerekir.

Sonuçta Ermenilerin bin yılı aşkın süre İslamla ve Türklerle yaşanmış bir biraradalığı mevcuttur.

Öyle ki, Ermenileri Batılı Hıristiyanlardan ayıran önemli özelliklerden biri, onların öteden beri İslamlarla birlikte yaşamış olmalarıdır. Batılı Hıristiyanlar daha ziyade Hıristiyan-Hıristiyana yaşarken, Ermeniler çoğu kez İslamlarla yan yana, kimi zaman da iç içe yaşayarak farklı bir deneyimin sahibi olmuşlardır.

Bugünün güncel tartışmalarında çok söylenegeldiği gibi Avrupalı Hristiyanlar, Müslümanların da içinde yer aldığı çokkültürlü bir yaşam biçimine henüz yeni yeni adapte olurken, Ermeniler Doğudaki Hıristiyan milletler gibi (Süryaniler, Keldaniler v.s) bu realiteyi iyi ve kötü yönleriyle uzun süre yaşamışlardır.

Dolayısıyla asırlar süren bu İslamla biraradalığın Ermeni kimliğinin şekillenmesinde de yadsınamaz bir rolü elbette olacaktır ancak Ermeni kimliğinin bugünkü yapısını şekillendiren ve Ermeni kimliğinde bir tür kanserojen tümör işlevi gören asıl etken Türk olgusudur.

***

Ermeninin ve Türkün birbirleriyle ilişkileri ve birbirlerinden etkileşimleri öyle iki kelimeyle geçiştirilecek bir sıradanlıkta değildir. Asırlar süren ilişkilerde birbirinden alınan o kadar çok iyi ve kötü kimlik donanımları sözkonusudur ki, kimi zaman davranış biçimlerinde birini diğerinden ayırmak hayli güçtür.

Yaşanılan birliktelik öylesine derindir ki bu birlikteliğin bozuluşunu ihanet olarak tanımlamak her iki tarafın da kullandığı karşılıklı bir argümandır. Ermeni milletini Sadık millet olarak adlandıran ancak daha sonra ihanet ettiklerini iddia eden Türk görüşü karşısında, Ermeniler 1915te yaşananları salt bir halkın topluca imhası olarak yorumlamaz, bunun aynı zamanda asırlar süren ilişkiye ihaneti de içinde barındırdığını belirtirler.

Türk-Ermeni ilişkisinin günümüzde geldiği nokta ise şudur: Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar. Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla.

İçinde debelendikleri bu sağlıksız halden kurtulmadıkça -Türkler belki değil ama- Ermenilerin kendi kimliklerini sağlıklı şekilde yeniden yapılandırmaları mümkün gözükmemektedir.

Özellikle Türkler 1915e bakışlarında empatik bir yaklaşıma girmedikçe Ermeni kimliğinin sancılı kıvranışı devam edecektir.

***

Sonuçta görülüyor ki işte Türk Ermeni kimliğinin hem zehiri, hem de panzehiridir.

Asıl önemli sorun ise Ermeninin kimliğindeki bu Türkten kurtulup kurtulamayacağıdır.


23.01.2004

Ermeni kimliği üzerine (5): Batı, Cennet ve Cehennem

Yaşadığımız çağda bir diasporaya sahip olmak sadece kaderin sillesini yemiş halkların değil, hemen hemen yeryüzündeki tüm ulusların yaşadığı bir gerçekliktir. Küreselleşme giderek yeryüzünü her zamankinden daha karışık bir yapıya dönüştürmekte, hiçbir milletin birbaşına kendi içine kapanmasına ve kendi etnik homojenliğinde kalmasına izin vermemektedir. Herkesin birbirine karıştığı, dünyanın giderek daha melezleştiği günümüzde, son yıllarda keşfedilen ve çağın yaşam biçimi olarak benimsenmeye çalışılan çokkültürlülük kavramı işte bu karışmanın dayattığı bir sonuçtur.

Bugün artık yeryüzündeki her milletin bir de diasporası vardır ve ana kimliğini yaşayamamak salt Ermenilerin değil tüm diasporaların kaderidir.

***

Yaşadığımız çağ, zorunlu göçlerin oluşturduğu Klasik diasporalara bugün artık gönüllü göçlerin oluşturduğu Modern diasporaları da ekleyerek, yeryüzündeki tüm halkları birbirlerine doğru bir açılıma sürüklemektedir. Evrenselleşme ve dünya yurttaşlığı gibi kavramlar, işte bu gidişatı anlatan terimlerdir.

Ne var ki bu dışa açılımla birlikte yaşanan içe kapanma da yine her diasporanın yaşadığı temel paradokstur.

Kendi ulusal bütünlüklerini, terkettikleri vatanlarında bırakan diasporalılar, yeni yerleşim bölgelerinde ana kimliklerini hiç olmazsa yaşatmaya çalışmak kaygısıyla birbirlerine sığınmakta, ulusaldan grupsala inen kimliklerini, kapalılaşan bir mevzi alanla korumaya çalışmaktadırlar.

Ne var ki bu kapalı alan, kimliği yaşamaya yetmemekte, bir zaman sonra ise doğru dürüst yaşanamayan kimliğin bizatihi mezarı haline dönüşmektedir.

***

Farklı diasporalarda farklı tonların olduğu da bir diğer gerçektir.

Özellikle de klasik diaspora ile modern diaspora taşıdıkları kaygı açısından birbirlerinden hayli farklılık gösterirler.

Sonuçta birincisi -Ermenilerde olduğu gibi- diasporalığı kendi seçmemiş buna zorlanmıştır, ikincisi ise kendisine yeni bir dünya yaratmakla ilgili gönüllülüğün sonucudur. Yunan kolonilerinin Avustralyadaki, Çin mahallelerinin Amerikadaki, Fransız burjuvazisinin Kanadadaki, Türk köylüsünün Almanyadaki varlığı modern diasporalılık kavramının tipik örneklerinden sadece birkaçıdır.

Kaldı ki aynı etnik diasporalar içinde bile zamana ve nedene bağlı olarak farklı ruh halleri sözkonusudur. Sözgelimi 1915 kuşağının ruh haliyle bugün Ermenistandan ekonomik nedenlerle göç edenlerin hali arasında farklılıklar görülmesi çok doğaldır.

Örneğin, birincisinde ne yapıp edip çocuğunu bir Ermeniyle evlendirmek kaygısı, ikincisinde bir Amerikalıyla evlenmeye ve an önce Amerikalı olmaya dönüşebilmektedir.

***

Ermeni kimliği üzerine düşünürken gerçekçi bir diaspora analizi şarttır, diaspora Ermenilerinin geçirdiği tarihsel evrelerin iyi incelenmesi gerekir çünkü bu evrelerin bugün yaşanan kimlik sorunundaki rolü büyüktür.

Ermenilerin iki yüzyıl öncesinde ticari ve dini reflekslerle başlayan diasporalılaşmaları, 1915 ile zorunluluğa, daha sonra Ortadoğu ülkelerinden Batıya süren bir devamlılıkla kendi içinde ikinci bir göç hareketliliğine, Cumhuriyet döneminde Türkiyeden göçlerin sürmesine ve nihayet bağımsızlığını kazandıktan sonra da Ermenistandan yarı gönüllü, yarı zorunlu göçe kadar bir çok aşama içerir ve bu aşamaların herbirinin yarattığı kırılma noktaları mevcuttur.

***

Ermeni diasporasının bugünkü fotoğrafına baktığımızda görülen manzara bu kırılma noktalarının ne denli yokedici sonuçlara yol açtığını çok iyi gösterir.

Başta Rusya olmak üzere Sovyetlerden kopan birçok cumhuriyette toplam Ermeni sayısının birbuçuk milyonu aştığı tahmin edilmekte ancak Rus ve Slav kültürünün etkisiyle büyük bir kimlik erozyonu yaşanmaktadır.

Amerika kıtasında da yine bir buçuk milyonu aşkın nüfus olmasına rağmen, şiddetli bir asimilasyon görülmektedir. Keza yine Avrupa kıtasında 800 bine yakın bir nüfus da, hem okul hem de kilise sayısıyla kimliğini yaşayacak bir konumdan çok uzaktır.

***

Ermeni diasporasının kimliğini daha iyi koruyabildiği bölgeler -şaşırtıcı gelse de- daha ziyade Orta Doğudaki İslam ülkeleri olmuştur.

İran, Irak, Suriye, Lübnan, Mısır gibi ülkelerde İslami cumhuriyetlerin tanıdığı kısmi özgürlük ortamı içerisinde tam bir kapalı cemaat yaşantısı sürdüren bir milyonu aşkın Ermeni, çok sayıda okullarıyla, kiliseleriyle, dernekleriyle Batıdaki diasporaya nispet edercesine çok daha dikkat çekici bir biçimde kendi kimliğini korumayı becerebilmiş ama ne yazık ki son otuz yıl içerisinde bölge ülkelerinde yaşanan sıcak savaş ortamlarının verdiği güvensizlikle, buradakilerin büyük çoğunluğu da çareyi Batıya göçmekte bulmuştur.

Bu örnekten bakıldığında şu sonucu çıkarmak olasıdır:

Batıda kimliklere tanınan geniş özgürlükler ve olanaklar ne yazık ki bir tür kimliklerin erimesini kolaylaştırıcı katalizör işlevi görmüş, Doğudaki özgürlük kısıtlamaları ise kimliklerin korunmasındaki inadın belki de baş sebebi olmuştur.

İhtimal ki Müslüman ülkede her gün dinlenen beş vakit ezan sesi aynı zamanda bir Ermeniye Sen bir Ermenisin ve Hristiyansın çağrısıdır ve bu hiç de yabana atılmaması gereken bir uyarıcıdır.

Görünen o ki, Batının özgürlükler cenneti kimliklerin cehennemine dönüşmekte, çokkültürlülük adına kimliklere tanınan kolaylıklar ise ne yazık ki bu cehennemin ateşini söndürmeye yetmemektedir.


26.12.2003

Ermeni kimliği üzerine (4): Pratik kimliğin teorisi

Ermeni kimliğindeki çeşniliğin artmasının en önemli sebeplerinden biri Diaspora olgusudur. Ermeni halkının dünyanın dört bir yanına savrulmuşluğunu anlatan bu kavram, asırlarca Anadolu coğrafyasında birarada yaşamış kadim bir halkın çok büyük bir bölümünün son yüz yıllık süreç içerisinde yaşadığı zorunlu göç serüveninin somut ürünüdür. Diaspora olgusu sadece Ermeni halkının ana topraklarından kopuşunu ifade etmez, bu aynı zamanda asırlarca birlikte yaşamış bir halkın coğrafi anlamda da birbirinden kopuşunu anlatır. Bir ulusu oluşturan toprak bütünlüğünün büyük oranda ortadan kalkışına delalet eder.

Bunun ise ulusal kimlikte yaratacağı tahribat kaçınılmazdır.

Ve ne yazık ki Ermeni halkı son iki asırda bu tahribatı çok ağır bir şekilde yaşamıştır.

***

Bu tahribatın Ermeni kimliğinde yarattığı etkinin yansıyışını anlamak için bu noktada Araratın (Ağrı Dağı) Ermeni dünyasında oynadığı o simgesel role değinmek gerekir.

Bu simge, Ermeni halkının kaybettiği toprak bütünlüğüne olan hasretidir.

Ancak bu hasreti sadece Bir toprak ya da dağ parçasına olan özlem olarak tanımlamak yetersiz kalır.

Ermeni halkı için Araratın yaydığı gölge Ermeni halkının 4 bin yıllık varlığını simgeler.

Nuh Nebiden beri sonsuz bir varoluşun zirvesidir.

Sadece geçmiş değil aynı zamanda gelecektir.

O hasretin bittiği yerde kimliğin de biteceği sanılır.

O nedenledir ki Diasporadaki tüm Ermeni okullarında, kiliselerinde, kulüplerinde, derneklerinde ve hemen hemen her Ermeni evinde bir Ararat görseline ya da amblemine rastlamak mümkündür.

Ermeni şarkıları ve şiirlerinin önemli bir bölümü hep Araratdan yankılanır. Ararat, bugün Ermeni dünyası için sadece Erivanlıların her sabah gözlerini onunla açtıkları bir uzaklık değil, dünyanın beş kıtasındaki Ermenilerin duvarlarına astıkları bir yakınlıktır.

***

Ermenilerin Diasporalı oluşlarının başlangıç noktasını salt 1915in yarattığı zorunlu göçle anlatmak bir miktar haksızlık sayılır. Tipik bir Doğu milleti olan Ermenilerin Batıya eğilimlerinin diğer Doğu milletlerinin (özellikle de Müslümanların) önünde olduğunu zikretmek ve Ermenilerin Batıya göçünün ekonomik ve ticari nedenlerle 19. yüzyılın başlarına dek uzandığını da belirtmek gerekir.

Batıya yönelim Ermeni burjuvazisinin ve küçük burjuvazisinin eliyle Avrupa ve Amerikaya tek tük açılımlar sağlamış, bu açılımlar zamanla oralara yerleşmelere kadar varmıştır.

Bu süreç içerisinde gerçekleşen Diasporalılık daha ziyade yaban ellerde oluşmuş gönüllü Diasporalılığa tekabül eder ki bunun oluşmasında, Anadolu topraklarında etkin faaliyet gösteren Misyonerlerin de azımsanmayacak rolü olmuştur.

Sonuç olarak, 20. yüzyılın başlarına gelirken artık Fransada Katolik Ermenilerin, Amerikada Protestan Ermenilerin oluşturdukları yerleşik Ermeni kolonilerine rastlamak mümkündür.

***

Ermeni halkının Batıya yönelimi bir tür kimliksel özelliktir ve tek göstergesi de Diasporaya göçü değildir. Asıl göstergeyi Batı kültürünün Doğuya akışında oynadığı öncü rolde aramak gerekir. Ermeniler Batıdaki tüm çağdaş yeniliklerin Osmanlı topraklarına akışında öncü rol oynamışlar, güzel sanatlardan, edebiyata, tiyatrodan müziğe, mimariden teknolojiye, birçok alanda uygarlığın gelişen süreçlerini bu topraklara taşımışlardır.

Ermenilerin bu özelliğinin temelini sadece Hıristiyan olmalarıyla açıklamak eksik kalır. Asırlardan gelen yerleşik toplum olma özelliğiyle, kentli olma kültürünün getirdiği davranış biçiminin de Batıyla kolay örtüşmede azımsanamayacak etkisinin olduğu kuşkusuzdur.

Bugün dahi Ermeni dünyasının kimliğindeki çözülmede, bu Batılı değerlere çok kolay intibak etme büyük rol oynar. Diasporada hatta Türkiyede yaşayan orta ve yukarı sınıf ailelerin büyük çoğunluğunun çocuklarının yabancı marka kolejlerde eğitim almalarının sosyolojik verisi de ancak bu intibak hızıyla açıklanabilir.

Ne var ki, Ermenilerin Batıya kolay adaptasyonu kimlik (yitirilmesi dememek için) değişiminin de ta kendisi olmuştur.

***

Diasporalı oluş Ermeni kimliğine sonuçta yeni bir boyut getirmiş, bugün sayıları yaklaşık beş milyonu aşan büyük bir nüfusu kendi içinde çift kimlikli bireyler haline dönüştürmüştür. Bu çift kimliklilik salt hem Amerikalı hem Ermeni olmakla sınırlı bir görünümü değil, daha ziyade yeni kimlikle- eski kimliğin çatıştığı, teorik bir kimlikle pratik bir kimliğin çelişkisini ifade eder. Teorik kimlik Ermeni olma idealinin unutulmamasına, pratik kimlik ise yaşanana tekabül eder.

Eski kimliğin yeri ne yazık ki nostaljiktir ancak buradaki eski tanımı artık bitmiş olan ya da eskiyen anlamında değil etkinliğini yitirmiş olan anlamındadır... Bu haliyle de yaşanan değil yaşatılamaya çalışılandır.

Yaşatılmaya çalışılanın yeri ise ne yazık ki günlük yaşamın ta kendisinde değil, her biri özel gayret gerektiren günlük yaşamdan kotarılmış anlardadır.

***

Diasporadaki tüm kurumlaşmaların hedefinde işte bu teorik kimliği yaşatma azmi yer alır. Başarının göstergesi ise pratik kimlikten teorik kimliğe aktarılanla orantılıdır.

Çocukları ve gençleri Ermeni okullarına gönderebilmek, Ermeni kurumlarında daha fazla biraraya getirebilmek, birlikte dans partileri yapmalarını sağlamak, kiliseye gitmek, derneklerde kültürel geceler düzenlemek, müzik ve folklor gösterileri yapmak, işte bu pratik kimlikten çalınan zamanları anlatır.

Acı olan ise şu ki, bu özel etkinlikler, kimliği yaşamak için değil, kimliği yaşatmak adına düzenlenir.

Ve nihayet kabaca bir tanım yapmak gerekirse...

Ermenistan kimliğin yaşandığı, Diaspora ise kimliğin yaşatılmaya çalışıldığı alandır.


19.12.2003

Ermeni kimliği üzerine (3): Kaç Vartanın çocukları

Sonuçta Ermeniler de tam anlamıyla tipik bir Şark milleti olma özelliği taşırlar. Dolayısıyla dinin Doğu toplumlarında oynadığı tarihsel rolün büyüklüğü Ermeniler için de geçerlidir.

Dinin Ermeni milletinin yaşamındaki ağırlığı son yüzyıla değin kesintisiz sürmüştür. Din ve milliyetçilik bu süreç içinde tamamiyle örtüşmüş, Milli Kilise bir milletin vazgeçilmez öğeleri olan din ile milliyetçiliğin de ta kendisi sayılmıştır.

Öyle ki din ile milliyetçilik aynılaşmış, Biri olmadan diğeri olmaz duruma gelmiştir.

Din ile milliyetin ayrılmazlığını gösteren önemli örneklerin başında, Ermenilerin, Hristiyanlıklarının başlangıç dönemlerinde putperest komşuları Perslerle yaşadıkları Vartanants Baderazm ı (Vartanyanların Savaşı) gelir.

***

Vartanants Ermeni dünyasında iki şekilde tercüme edilir.

İlki (ve doğrusu), Pers egemenliğine karşı Ermeni Halkının Kurtuluş Mücadelesidir. İkincisi ve Kilisenin öne çıkardığı ise, bunun Dinin savunulduğu bir savaş olmasıdır.

Sonuçta hangisi kabul edilirse edilsin, Vartanyanların Savaşının Ermeni kimliği üzerinde oynamış olduğu milli ve dini rol yadsınamaz.

Şöyle ki, Ermeni kimliği üzerinde iz bırakmış iki önemli vakadan biri 1915te yaşananlar ise bir diğeri de M. S 451deki bu savaştır.

1915 mazlumiyeti, 451 ise kahramanlığı simgeler.

Kahramanlık ve mazlumiyet ise yine Doğulu kimliklerin iki vazgeçilmezidir.

***

Vartanantsın bugüne intikal eden anlamı Kilisenin tercümesinin hakimiyet sağladığına işaret eder.

Ateşe tapan Perslerin büyük baskısına direnerek muharebe meydanında can veren ama dininden dönmeyen kahramanlar, bir yandan milliyetçi bir kimliğin oluşmasında vazgeçilmez bir öğe olan kahramanlık olgusunu tamamlarken, Kilisenin öneminin de artık silinemeyecek bir şekilde kimliğe kazınmasını sağlamışlardır.

Sonuçta, Vartanayanların savaşı Ermenilerin yenilgisiyle sonuçlanmış olsa da, dininden dönmemenin bir simgesi haline gelmiş ve Hristiyanlığı Ermeni kimliğinin vazgeçilmezi haline getirmiştir.

Kaç Vartanların (Cesur Vartanlar) kahramanlıkları Ermeni tarihinden Ermeni kimliğine akan, hemen her yıl yinelenen bir ritüeldir.

Diaspora ve Ermenistandaki Ermeni okullarındaki sınıflarda bir duvarda 1915 anlatılırsa, diğer duvarda da Kaç Vartanlar anlatılır.

***

Milliyetçiliğin dinden bağımsız bir görünüm arzetmesi ise nispeten son yüzyılda görülür. Dinsiz Ermeni kimliği denemesi üç çeyrek asırlık Sovyet döneminin bir ürünüdür. Bu dönemde hem yerel milliyetçilikleri hem de dinsel inanışları sosyalist öğretinin materyalist felsefesiyle yoketmeye çalışan sistemin elde ettiği başarının, kabul etmek gerekir ki, bir ayağı topaldır. Materyalist felsefenin bir miktar insanları dininden imanından ettiği görülse de milliyetçilik aynı akıbeti yaşamaz. Sonuçta koca Sovyet dağılır ve bu milliyetçi direnişler Asya kıtasında yeni ve bağımsız cumhuriyetlere dönüşür.

***

Sovyet dönemi, bağımsızlığını kazanan diğer halklar için olduğu gibi, Ermeniler için de yeni bir kültürün temellerinin atıldığı süreçtir.

Bu dönemde sosyalist, dinsiz ve de milliyetçi aydınların sayısı artar.

Ermeni kültürü ve sanatında kilisenin etkisinden uzak bağımsız eserler verilir. Ermeni kültürü ve sanatı yerelliğinden sıyrılır ve evrensel değerlerle buluşur. Evrensel düşünebilen ve eserler veren temsilciler bu dönemde ortaya çıkar.

Doğrudur, Sovyet dönemi Kiliseyi ezmiştir ancak Ermeni kültürünün de evrensel boyutlara heveslenmesine yol açmıştır.

***

Bugün Ermenistanda yaşayan Ermenilerin büyük bölümünün kilise ile araları mesafelidir. Onun içindir ki Kilise bağımsızlık sonrası tüm performansını bu mesafeyi azaltma hamlelerine adamış, toplum üzerinde kaybettiği etkinliğini yeniden tesis etmek için yoğun bir çaba içine girmiştir.

Kilisenin çabası kendi içinde anlaşılır olmakla birlikte artık kabul etmek gerekir ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Bundan böyle Ermeni kimliğini geçmişteki değerlerle tanımlamak yetersiz kalacaktır.

Eğer yaşam bugün gelmiş 8 milyonluk Ermeni dünyasının 5 milyona yakınını dünyanın dört bir yanına dağıtmış ve hemen hepsini birbirine benzemez Çift kimlikliler haline dönüştürmüş ise, bugün bizatihi Ermenistandaki yurttaşların büyük bölümü halen kendi bağımsızlıklarını terkedip başka ülkelerde yeni yaşam biçimleri arıyor iseler, gayrı Ermeni kimliğini Kilisenin tanımladığı sınırlar içerisine hapsetmek çabaları abesle iştigalden başka bir anlam taşımaz.

Kabul etmek gerekir ki, Ermeni kimliğini salt dinsel motifler ve milli söylemlerle sınırlamak artık mümkün değildir.

Kimlikteki çeşnilik artmaktadır ve kimliğin tarifine de yeni cümleler gerekmektedir.

05.12.2003

Ermeni kimliği üzerine (2): Kilisenin rolü

Gerçi Kilisenin varlığı dört bin yıllık kadim Ermeni tarihinin ancak son 1700 yılını kapsar ama neredeyse tarihi Ermeni kimliğinin tamamını o doldurur gözükür.

Kilise öncesi dönemlerden pek bir şey kalmamış gibidir. Kalanlar ise halkın bir türlü vazgeçmediği ve Kilisenin de mecburen uyum gösterdiği geleneklerdir. Putperestlik döneminin tapınaklarını, tanrı heykellerini, figürlerini ve hemen hemen bütün değerlerini, ortadan kaldıran ve izlerini silen Kilise, önünü alamadığı gelenekleri bu kez kilisenin çatısı altına alarak, Kiliseye has bir ritüele dönüştürmüştür.

Bugün kutladığımız birçok yortu ve bayram putperestlik döneminden gelen geleneklerin Hristiyanlığa adapte olmuş halinden başka birşey değildir.

***

Hazır geçmişten kalanlardan söz açmışken, bir saptama daha yapmak ve Ermeni kültür tarihinin ne denli dinsel kalıntılarla yüklü olduğunu teslim etmek gerekir.

Bu durumu en iyi anlatan veriler hem bugünkü Ermenistanda, hem de dünkü Ermenistanda (Anadoluda) kalan tarihi eserlerdir.

Tarihi eserlerin büyük bölümü kiliselerdir, şapellerdir, manastırlardır ya da yine dinsel dünyaya ait Khaçkarlardır (mezar taşları). Yine bugün Ermenistan müzelerinin büyük bölümünü ağırlık olarak Kiliseye ait, Kiliseye dair parçalar doldurur.

Öyle ki müzikte kilisenin rolü, edebiyatta kilisenin rolü, mimaride kilisenin rolü, resim sanatında kilisenin rolü, ayrı ayrı sorgulanması gereken başlıklardır ve her biri ayrı ayrı incelendiğinde içeriği hayli zengin ve Kilisenin rolünü layıkıyla sergileyecek sonuçlara ulaşılması kaçınılmazdır.

***

Tüm bu sorgulamalar bizi şu sonuca vardırır:

Kilisenin Ermeni kimliğinin tanımı üzerindeki payı öylesine büyüktür ki bugün bile Ermeni dendiğinde Yahudiler gibi etnisitesi diniyle aynılaşmış tipik bir Doğu milleti algılanır.

Ortodoks algılayışa göre Ermeni eşit Hristiyan demek de yetmez. Hristiyan dininin kadim mezheplerinden Ortodoksluğun bir türevi olarak oluşmuş ve adını Ermeni Kilisesinin kurucusu Aziz Krikor Lusavoriçten almış Lusavorçagan vurgulamasını yapmak ve Ermeni Lusavorçagandır demek şarttır.

Öyle ki zaman içerisinde bu mezhepten kopmalar yoluyla oluşan Katolik Ermenilik ve Protestan Ermenilik dahi uzunca süre Ermenilikten sayılmamış, dışlanmışlardır.

Ne var ki bu dışlamalar daha ziyade devlet yapılanmasının olmadığı, Kilisenin milletin başında devlet işlevi gördüğü dönemlere aittir ve bugün artık geçerliliğini yitirmiştir.

***

Devlet yapılanmasının yaşandığı şimdiki dönem artık yeni bir başlangıcın işaretçisidir. Demokratik ve laik bir cumhuriyet olma iddiasındaki Ermenistanda bugün artık din ve vicdan hürriyeti geçerlidir ve Kilise istese de istemese de Ermeni kimliği yeni açılımlara maruzdur.

Ermenistanda pıtrak gibi çoğalan değişik mezhepler ve inanışlar bu açılımların işaretçisidir.

Yarın öbür gün birilerinin ortaya çıkıp Ben Müslümanım ama Ermeniyim demesi dahi şaşırtıcı gelmemelidir.

Çağın gereği olarak o kişi de Ermeni kimliğine kendi özelliğini oturtmak isteyecektir.

14.10.2003

Ermeni kimliği üzerine (1) : Kuşaklara dair

Bu hafta arka sayfamızda yer verdiğimiz Dördüncü kuşağın ayak sesleri yazısıyla, Diasporada bir süredir sürdürülen Ermeni kimliğinin korunması tartışmalarını Türkiye Ermenilerinin bilgisine de taşıyoruz.

Salt bilgilendirmeyle de yetinmeyip bu yaşamsal konuyu sağlıklı bir tartışma ortamı içerisinde bundan böyle sürekli gündemimizde tutmaya çalışacağız.

Türkiye Ermenilerinin Diaspora olarak nitelenip nitelenemeyeceği bir yana, bu tartışmalar ister Diaspora olarak adlandırılsın ister başka birşey hemen herkesi ve hatta Ermenistan yurttaşları da dahil tüm Ermenileri yakından ilgilendiriyor.

Ermeni dünyasının bundan sonrasının nasıl şekilleneceğine ilişkin ciddi bir sorgulama ve özeleştiri sürecine ihtiyacı var ve bu süreç artık ıskalanmamalı.

***

Sorgulanması ve üzerinde konuşulması gereken süreç bir dizi soru içeriyor.

Sözgelimi...

Ermenilerin dünyaya yayılmışlığı, kimliği korumayı bugüne değin ne kadar başardı? Bu yayılmışlık gerçekten Kimliğini kaybetmiş ve kimliğini arayan bir Diaspora konumunda mı?

Dünyanın dört bir yanına savrulmuş bir Ermeni dünyası Ermeni kimliğini korumayı başarabilecek mi?

Yaşanılan bu dağılmışlık içinde asimile olmadan kimliği yaşatmak mümkün mü?

Ermeni kimliği tanımının içini hangi değerlerle doldurmalıyız? Bu değerler içinde yaşadığımız çağa cevap verebiliyor mu?

Dağılmışlık kimliğin kaybı için gerçek bir tehdit mi? Dağılmışlığın kimliğin zenginleşmesi açısından getirdiği avantajlar da var mı?

Yerellikle evrenselliği Ermeni kimliğinin hangi alanlarına yerleştirebiliriz.

Vesaire vesaire...

Hatta bazı kaygısızların dile getirdiği gibi işte daha radikal bir soru:

Kimliği korumak, Ermeni kalmak şart mı?

***

Kaygıyla yaşamak Ermeni kimliğinin son asırdaki vazgeçilmezi oldu.

Özellikle de yok olma, tükenme kaygısı bir müddet öncesine kadar Ermeni dünyasının baş sorunuydu. Bu ruh hali Ermenistanın bağımsızlığına dek hem Diasporada hem de Ermenistanda varlığını sürdürdü.

Ermenistandakiler hakim Sovyet rejiminin ve kültürünün dayatması altında dinlerini ve milliyetçiliklerini özgürce dile getiremedikleri için zamanla unutacaklarından, Diasporadakiler de yaşadıkları ülkelerin hakim kültürünün etkisiyle Ermeniliklerini yitireceklerinden endişe ettiler.

***

Diaspora Ermenilerinin birinci, ikinci kuşakları dağılmış oldukları ülkelerde hiçbir zaman özel olarak kimliği devam ettirme kaygısı taşımadılar. Yaşadıkları travmanın süregelen etkisi zaten başlıbaşına bir kimlik uyarıcısıydı ve özel bir çabaya da ihtiyaç bırakmıyordu.

Üçüncü ve dördüncü kuşaklarda ise bu durum gerçekten belirgin bir değişiklik gösterdi.

1915te yaşanan travmayı ortadan kaldırmak için ne dünya ne de travmanın sorumluları kıllarını bile kıpırdatmamışlardı ama zaman acımasızdı, o kendi sürecini işletiyordu.

Kuşaktan kuşağa azalarak intikal eden travmanın izlerinin varlığına rağmen artık ciddi bir kimlik erozyonu başlamış, Ermenilik bir tarafta unutularak, Amerikalılaşma, Fransızlaşma, Ruslaşma hız kazanmıştı.

Karma evliliklerin çoğalması, Ermeni adlarının terkedilmesi, dilin unutulması, kilisenin boşlanması hep bu kuşaklara musallat oldu.

Hele de kilisenin Sovyetlerde maruz kaldığı ateist dayatma, kimliksel çözünürlüğün en acı kısmını oluşturuyor, yönetimlerin baskısı altında ağır aksak yürütebildiği hizmetleriyle ancak kendi varlığını koruyabilen Kilise, toplumu üzerinde oynadığı o tarihsel rolü bir türlü yerine getiremiyordu.

Oysa Ermeni kimliğinin içini doldurmada Kilisenin payı büyüktü. Kilisenin güçsüzleşmesi Ermeni kimliğinin güçsüzleşmesine yetiyor da artıyordu.

07.10.2003